“Mimar olmam beni özel kılmıyor. Tasarladığım gökdelenler beni yanıbaşımdaki eşimden daha yüksek yapmıyor, objektife o değil ben baksam da. Fotoğrafta o nasıl sadece benim karım ise ben de sadece onun kocasıyım. Bir insanım sadece. August Sander’in gözünde.”
“Ressam olmam beni erişilmez yapmıyor, objektife bile bakan ben değilim, eşim ön planda. Sanatçı olmam artı değil. Bir insanım sadece. August Sander için.”
“Bir sirk karavanından olmam benim farkedilmememe sebep değil. Sosyetik hanım da değilim. Bir insanım sadece. Daracık bir pencereden bakıyorum yine de yer alıyorum August Sander objektifinde.”
Bunlar Sander’in karesinden dinlediklerimiz. Edward Ruch da yazısında onları doğruluyor: “Yirminci yüzyılın başında bir fotoğrafçı; içinde yaşadığı coğrafyanın tüm sosyal, sınıfsal katmanlarının insanları olan bürokratları, köylüleri, uşakları, sosyetik hanımları, fabrika işçilerini, sanayicileri, askerleri, çingeneleri, oyuncuları, tezgahtarları gibi grupları, sınıfsal simgeler gibi kolaya kaçmadan, her kişiye tarafsız, aynı mesafeden ve objektiflik içinde, her fotoğrafın öznesi ve öznelerini, aralarında bir hiyerarşi oluşturmadan, hepsini bir “kahraman” olarak, yüzlerinde ve bedenlerinde toplumsal aidiyet ve kendileri olarak var eder.”
Sander’i etkileyen insanların kendileri olması. Bu fotoğraflarda bana da dokunan bu oldu. Fotoğraftaki oyuncular fotoğrafçının orada olduğunu biliyor fakat o orada yokmuş gibi hayatlarına devam ediyorlar.
Fotoğrafçının varlığı mimarı daha az öfkeli, daha az kırgın yapmıyor. Fotoğraf makinesine baksa da gözleri hala mutsuz olduğunu söylüyor. Fotoğrafçı onları böyle pozlandırmış olmasaydı yine mimarın karısı ona sırtını dönmüş olacaktı. Bunu bana kadının yüz ifadesi söyledi. Sander’e rağmen onların dünyası sallanıyor. İlişkilerini kurtarma çabasına girmemişler. Kendileri olmaktan bir adım bile geri atmamışlar. Samimiler. Oldukları gibiler. Duygularını gizlemiyorlar. Fotoğrafın özneleri korkusuz, açık yürekli, cesur… Fotoğrafçı ise onlardan biri gibi, korkutmayan, rahatlatan, cesaretlendiren, kendini unutturan… İnsan çok yakın hissettiği birinin yanında ancak bu kadar kendi olabilir. Fotoğrafın mimarı, mimar ve eşi bir olmuşlar.
Ressam ve karısının dünyası da olduğu gibi… August’a rağmen kendinden emin bir sanatçı ve kendine fazla güvenen bir kadın görüyorum. Onlar da fotoğrafçıyla arkadaş olmuşlar. Farklı yaşamaya, farklı hissetmeye, doğru davranmaya çabalamıyorlar. Aslında hiçbir şey için uğraşmıyorlar. Sadece kendileri oluyorlar.
Sander’a sirk karavanındaki kız da aynı şekilde davranıyor. “Senden korkmuyorum. Ben buradan çıkmak istiyorum. Bana engel olmayacaksın biliyorum.” diyor. Hatta “Yalnızlığımı bir nebze bile azaltmıyorsun. Varlığın yitirdiğim umutlarımı geri getirmiyor. Seni görmüyorum. Beklemeye devam ediyorum.” diyor bana, Sander orada yokmuş gibi.
Bazen insan kendi yanında bile kendi olamıyorken fotoğrafçının ve makinesinin sihir yaptığını bile düşünebilirim. “Abrakadabra, dış dünyayı unut; kendini soyutla ve nefes alıp vermeye, öfkelenmeye, kendini kandırmaya, nefret etmeye, umutlarını yitirmeye devam et.” Gözler önünde insan olmaya devam et. Objektife bakarak insan olmaya devam et.
Bu mümkün mü? August Sander’in fotoğrafları bunun olabilirliğinin kanıtıdır. Fotoğraflara baktım ki samimiyet beni korkutmasın. Fotoğraflara bak ki samimiyet seni korkutmasın.
Add comment