Baktım fotoğrafa, “Dur, bekle, gitme!” diyen bir ses çalındı kulağıma; elim varmadı fotoğrafı görmeden gitmeye.Uzun tuttum ziyaretimi. İlyas İbragimov’a baktım, bana bakıyor. Bu defa daha kuvvetliydi duyduğum ses:
Baktım fotoğrafa, “Dur, bekle, gitme!” diyen bir ses çalındı kulağıma; elim varmadı fotoğrafı görmeden gitmeye.Uzun tuttum ziyaretimi. İlyas İbragimov’a baktım, bana bakıyor. Bu defa daha kuvvetliydi duyduğum ses:
“Akıl hastasıyım diye sen de esirgeme benden bakışını. Yön göstersin varlığın bana, bu sonsuz saklambaçta. Umut olsun bir güzel sözün çıkmazıma; elime, yüreğime. Sen bari terk etme beni.”
Bakakaldım öylece. Rena Effendi’yi düşündüm sonra; “İlyas’ı ve yalnızlığını” çekerkenki Rena Effendi’yi. O da duymuş o sesi; onun ziyareti de uzun sürmüş; o yüzden de bir yazısında şöyle demiş “…yoksullaştırılmış insanlar Batı’nın petrole doymak bilmez açlığını giderme çabalarının yükünü taşıyor.” Effendi ve Effendi’nin makinesi İlyas’a odaklanarak, yanmayan sobasına rağmen onun yüreğine umudun kıvılcımını düşürmüş; içinde bulunduğu boşluğa rağmen onu yalnızlığından kurtarmış; az da olsa hafifletmiş onun yükünü.
Baktım fotoğrafa, paylaştım İlyas’ın yalnızlığını, o artık daha az yalnız ; daha az yalnız o yüzden. Ben görmeden önce, sen görmeden önce bir başkaydı onun hali, daha yalnız, daha boş, daha soğuk, daha aç. Senin yanındaki de bakmak ister belki İlyasın dünyasına; Bu saklambaç daha da yitirir sonsuzluğunu. Bak, bizden önce sobanın içindeki ateş bile sönmüştü, terk etmişti, ısıtmıyordu onu. Duvarlar bile boştu, doldurmuyordu onu. Duvarlar bile yıkık, korumuyordu onu. Oda virane; o, virane; yanmayı bekleyen dal parçaları, çorbanın içine çalınmayı bekleyen kaşık. Bir yanda “doymak bilmeyen açlık giderme çabaları”, diğer yanda ise sadece hayatta kalabilme çabası;ateşin aydınlığından yoksun. Yolunu bulma arzusu. Yolunu bulamama. Yolunu aramama. Hayal kırıklıkları. Ateşin sıcaklığından yoksun; sıcacık bir kalp, sıcacık bir bakış, sıcacık kelimelere gebe bir ağız. Duvarlar bile uzak duruyor; onunla arkadaşlık etmiyorlar, hastalığını sebep göstererek; paylaşmıyorlar yalnızlığını, kendi boşluklarını bahane ederek. Onlar duymuyorlar onu, onlar da yıkılmış, onlar da çaresiz. Soba borusu dumansız, ateş yok çünkü; bakışlar umutsuz, hayal yok çünkü. Çorba kasesi boş, İçindeki sıcak çorba yok. Kasenin yanında çorbanın içine çalınmayı bekleyen kaşık var sadece. Yakılmayı bekleyen dal parçaları var; darmadağan, yerde. Kırışık bir Sana kağıdı. Boş bir kase. Boş bir kütük. “Ne de zengin oda”. Bütün bunlar ne kadar da İbragimov’u hatırlatıyor. Bu tasfirler ne kadar da küçük kaldı bir soylu soyadın yanında; kime göre, neye göre soylu olunur bilmem ama insan olmak başlı başına ”soyluluktur”, “büyüklüktür” bence.
Soba var, boru var, odun var; ateş yok. Kase var, kaşık var; çorba yok. İnsan var; insan yok. Artık değil. “Yoktu.” demeliydim. Ben varım, sen varsın. O var, İlyas İbragimoviç var. Yoksullaştırılmış insanlar var. Fotoğraf karesine girdiği andan itibaren var. Ateş var; içimizde. Duvarlar çıplak değil; kalbimizin duvarları. Kaseler dolu; umutlarımız taşırıyor onları. O, akıl hastası değil; “hayat hastası”. O ameleliği bıraktı; bahçesine umut ekti. Onları taşıyor derinde; sırtında değil. Ham değil, olgunlaştı hayalleri. Nasıl mı? Effendi’nin gözüyle. Effendi’nin yüreğiyle.
Düğün Fotoğrafçısı Ankara | GUJJAR PHOTO ® 2013 - 2020 | Site Haritası | Facebook | Twitter | Instagram
Add comment